Büyükannemden yadigâr Ayşe Üregen'in tatlı dillerine hayran olmamak mümkün değil. Sıkça kullandığı "şohi" kelimesi kesinlikle ona çok yakışıyor. Şohi güler yüzlü, şen, tatlı dilli demek. "Sen var ya, çok şohisin." diyorum kıkırdıyor ve kahkaha atarken kahkahasının İstiklal Meydanı'ndan duyulduğunu ve insanların ona "Eh be kardeşim! Allah sana çifte ciğer mi verdi?" diye takıldığını anlatıyor. Sesinin çok güzel olduğunu, bütün adalı kızlar gibi çok güzel şarkı söylediğini ve bunun da adanın havasından suyundan kaynaklandığını söylüyor. Hem güler yüzlü hem tatlı dilli bu şohi kadına tüm mahalle bayılırmış: "Mahalleli benim laflarıma hayran olurdu. Encik boncuk bizim eve gelir, güldür bizi Ayşe Teyze, derlerdi." diyor.
1923 yılında Yunanistan'ın Midilli Adası'nda dünyaya gelen Ayşe Üregen çok küçükken ailesi ile birlikte Midilli'den Ayvalık'a mübadele ile gelmişler. "Benim iki memleketim var, biri Bergama, diğeri de Midilli." diyor. Babası Hulusi Aytun, Midilli Adası’nın Paraşla (Parakila) Köyü'nden. Hulusi Bey, Midilli'de, üç bin koyun ve zeytinliklerden sorumlu bir kâhya imiş.
Mübadele sonrası baba tarafı Ayvalık'ta kalmış, anne tarafı ise Bergama'ya yerleşmiş. Hulusi Bey'in Ayvalık'taki 300 sandalyelik kıraathanesinin üstünde dokuz odalı evleri varmış. Ayşe Hanım'ın annesi Lütfiye Aytun kendi ailesinin yanında olmak için Bergama'ya taşınmak istemiş. Üç yıl Ayvalık'ta yaşadıktan sonra Bergama'ya taşınmışlar. "Bergama'ya geldiğimizde Kale Mahallesi'ndeki bütün evler dolduğu için Kurtuluş Mahallesi'nin 4. Turgut Çıkmazı Sokağı’nın aralığında bir mutfaklı, bir odacıklı bir eve yerleşmişiz." diyor Ayşe Hanım. Diplerindeki ev de 1926, Bergama doğumlu büyük anneannem Hatice Özden'in annesi Melek Tuğrul ile babası Ahmet Tuğrul'a aitmiş. Hatice Özden ile dip dibe evlerde önce can ciğer arkadaş sonra genç kız olunca da sağdıç olmuşlar.
"Bu çalışmanın tüm içeriğine ulaşmak için bilgisayardan görüntüleyiniz.
Bu bölüm mobil görünüme uygun değildir."
AYŞE ÜREGEN
FOTOĞRAFLAR VE METİN:
NESRİN ERMİŞ PAVLİS
Bir ablası ve bir de erkek kardeşi olan Ayşe Hanım'ın ablası Raife Aytun Midilli'den geldiğinde 12 yaşındaymış. Erkek kardeşi Ahmet Aytun ise Bergama'da doğmuş ancak on dokuz yaşında iken veremden vefat etmiş. Ayvalık'tan Bergama'ya yerleşince hayata tutunmak Hulusi Bey için zor olmuş başlarda ama zeytinden ve tulum peynirinden çok iyi anladığı için kısa sürede kabul ettirmiş kendini. Bergama'da herkes zeytinle ilgili ona danışır olmuş. Önce Kasapoğlu Caddesi'nde bulunan Emin Beşorak'ın mandırasında çalışmış, tulum peynirinin nasıl yapıldığını öğretmiş kalfalara sonrasında da tüm Bergama tarafından Bolşevik Cavit olarak bilinen Cumhuriyet Sineması’nın ilk sahibi Cavit Gizer’in teyzesinin oğlu avukat, milletvekili Haluk Ökören’in sağ kolu, kâhyası olmuş. Haluk Bey'in Sağancı Köyü’ndeki zeytinliklerine bakmış ve hatta sonraları Haluk Bey'in orada kurduğu yağhanenin başına geçmiş. "Eşeciğiyle Sağancı'dan Bergama'ya gidip gelirmiş babacım. Kendine bir de bahçe yapmıştı. O kıvırcık marulların, meyvelerin ve getirdiği yumurtaların tadı hala damağımda." diyor Ayşe Hanım. Annesi Lütfiye Hanım 42 yaşında vefat ettikten on sene sonra da babası Hulusi Bey vefat etmiş.
Ayşe Hanım ilkokul üçüncü sınıfa kadar 14 Eylül Okulu'nda okumuş. Dördüncü ile beşinci sınıfı Gazi Paşa Okulu'nda okuyup şahadetnamesini de buradan almış. Lütfiye Hanım kızının okumaya devam etmesini çok istemesine rağmen Hulusi Bey durumları olmadığı için kızını okutamamış.
Henüz ilkokulda okuduğu sırada Mustafa Kemal Atatürk’ün Bergama’ya geldiği günü heyecanla anlatıyor Ayşe Hanım: "Mustafa Kemal, cumhuriyeti kurduktan sonra tüm ülkeyi gezerek milletine teşekkür etti. Bergama'ya geldiğinde talebeydim. 13 Nisan 1934 tarihinde Bergama'ya nasip oldu gelmesi. Öğretmenimiz talebelere "Bakın Mustafa Kemal gelecek. Çok dikkatli olun, çok temiz bulunun, çok konuşmayın. Yalnız o size nasılsınız diye sordu mu hepiniz birden ‘sağol!’ diye bağıracaksınız" dedi. Biz de gittik Hükümet Konağı'nın önüne onu karşılamaya, bir geldi gırbaç elinde, kalpak başında. Yalnız çok güzeldi, yüzüne bakamazdın. Gözleri börülce çiçeği gibiydi. "Ne için geldiniz evlatlar?" dedi. Gözlerine hayran hayran bakarak "Atamız geliyormuş onu görmeye geldik" dedik. Atatürk Bergama'dan ayıldıktan sonra bütün büyük mağazalardan hep mektep talebelerine ikram buyurdular, lokumlar, gazozlar, ayranlar. Hiç gitmesin istemiştik Mustafa Kemal. Biz lop lop yedik. O gün açılışı yapılacak Halkevi'nde çok büyük masalar kurmuşlar, bizi de oturttular, yedikten sonra kalktık, diğer okullar geldi yemeye."
Ayşe Hanım upuzun saçlı, Gürcüler’e benzeyen güzelliğiyle genç bir kız olunca haftada iki üç defa dünürcü gelmeye başlamış. O zaman da mahallede evlenecek yaşa gelmiş yirmi sekiz kız varmış. Ayşe Hanım'ın annesine "Lütfiyanım Teyze yolla bize o dünürleri. Senin olmadı, bizim olsun." derlermiş. Lütfiye Hanım da "Hadi kız! Kısmetleriniz gelir ayaklarınıza bir bir, azıcık sabredin." dermiş. Ayşe Hanım ile biricik eşi Muzaffer Bey aynı mahallede büyümüşler ve yıllar içinde tam dokuz sene boyunca anlaşmışlar, mektuplaşmışlar. Ama kimse bilmemiş birbirlerini sevdiklerini. Muzaffer Bey askerdeyken izinle Bergama’ya gelip Ayşe Hanım'la nişanlanmış ve dört yıl nişanlı kalmışlar. Muzaffer Bey bir saracın yanında kalfalık yapıyormuş. 1942 yılının Şubat'ında evlenmişler. Ayşe Hanım'ın gelinliğini çok samimi Yahudi arkadaşı Lea dikmiş, hatta Lea da Ayşe Hanım'ın gelinliği ile gelin olmuş. Ayşe Hanım hala hasretle anıyor arkadaşını, "Lea'cığım," diyor, "öldüysen yattığın yer nur olsun."
Muzaffer Bey'in babası çok genç yaşta vefat etmiş. Annesi Fitnat Üregen 22 yaşında eşini kaybedince kızına ve oğluna hem analık hem babalık yapmış. Ayşe Hanım evlendikleri zaman kayınvalidesinin evine gelin gelmiş. "Bir göz odacığa tüm yaşamımı sığdırdım" diyor Ayşe Hanım. 78 yıldan beri aynı evde yaşıyor. İlk evladı Abdürrahim Bey gelmiş dünyaya, sonra kızı Lütfiye Hanım, sonra da küçük oğlu Nurettin Bey. Torunlarının çocuğunu bile gören Ayşe Hanım’ın üç evladından altı torunu var.
Ayşe Hanım çok sevdiği ve çok özlediği eşi Muzaffer Üregen ile 52 sene aynı yastığa baş koymuş. Çok iyi bir saraçmış Muzaffer Bey, sonra saraçlığı bırakıp kahvehane tutmuş, işleri çok iyi gitmiş. Sonra da evlerinin karşısında bakkal dükkânı açmış. Muzaffer Bey son nefesinde "Ayşe, bu evi kapatma, kapısı hep açık kalsın. Eş, dost, akrabalar, çocuklar, torunlar girip çıksınlar" demiş.
Büyük bir hasretle anıyor eşini: "Biz Muzaffer'le ikimiz anlaşığız. Anlaşığız ama Allah muhafaza bir Allah bir de biz biliyoruz. Mektupla anlaşıyoruz. "Ayşe, biz âşık garibiz" derdi Muzafferim. "Bizim gibi gülen âşık garip var mı?" diye sorardı. Muzaffer'e ne mektuplar yazar yollardım "Ummazdım sevgilim bu kadar gaddar olasın. Beni de bırakıp ellere yar olasın. İsterdim ki bir gün sabah olsun, akşam olmasın. Ben de seni almadan Allah canımı almasın." diye yazardım. Başka bir mektupta derdim ki: "Dertli gönlüm seni ister, irfanlar yar olmaz bana. Benim göynüm sendeyken kimseler yar olmaz bana. Hasretinlen hasta oldum gel şifa eyle bana. Kalemimle name yazdım hatıra kalsın sana." Aman askerden mektup mektup, kimse bilmez. Onun da bir bakkalı vardı oraya giderdi. Benim de mektupların geldiği bir yerim vardı. Ben yalnız kaldım mı kendi kendime çok konuşurum. Bütün gençliğimi getiririm önüme, Muzafferlen yaşadığımızı, Muzafferlen geçindiğimizi düşünür, bazı geceler sabahlarım."
Ayşe Üregen’in yıllar önce kaybettiği eşi Muzaffer Bey’i anlatırken gözlerinin içinin parlaması ve kıkırdaması ona hala ne kadar âşık olduğunun bir kanıtı. Geçirdikleri günleri ve onu ne kadar çok özlediğini hatırladığında ise birden gözleri doluyor, uzaklara dalıp gidiyor. Kaybettiği ve çok özlediği bir diğer kişi de sağdıcı Hatice Özden; benim büyük anneannem. Ayşe Hanım’ın ondan bahsetmesi ikimize de çok iyi geliyor, onu da hasretle ve hüzünle anıyor: "Sağdıcım çok güzeldi, Cavit bırakmadı onu kerata. Düğünde sağdıç olduk ama kundaktan beri birlikteydik. O zamanlar sağdıcımlan aynı mahalleye düşünce akraba gibi olduk. Kayınvalidesi Cemilam (Cemile Hanım) Teyze çok sevmişti sağdıcımı. Cavit gene ölüyordu yoluna, hep dediler o güzel Hatice'yi verdiler içkici Cavit'e. Yalnız çok güzel düğün yaptılardı, Cemilam Teyze çok zengindi, çok parası vardı yani. Yetişmiş kızlar birbirimize gidip gelirdik yalnız sağdıcım çok güzeldi. Cemilam Teyze ona pandantif taktıydı düğünde. Sağdıcım benden evvel nişan olduydu. Sağdıcım çok severdi beni, toprağını sevsin."
Ayşe Hanım’ın ilerlemiş yaşına rağmen pırıl pırıl bir zihni var. Konuştukça daha çok hatırlıyor, hatırladıkça da keyifleniyor. Mahallede yaşadığı anları, kız arkadaşlarını ve eğlenceli zamanlarını anımsadıkça yeniden genç kızlığına dönüyor, kıpır kıpır oluyor, gözlerinin içi gülüyor. Tüm ömrünün geçtiği Kurtuluş Mahallesi’nin eski günlerini şöyle anlatıyor: "Mahalledeki düğünler çok güzel olurdu, davullar çalardı, kazanlarda keşkekler yapılırdı. Düğünler evlerin avlularında olurdu, avluya tahta kurulurdu. Mahallenin yetişmiş kızları ellerine envai çeşit taze çiçekler alır, kapı kapı dolaşır düğün okurlardı. Düğünden beş gün önce düğün okunurdu, ertesi gün kızlarla hamama gidilirdi, dışardan kimse gelmezdi hamama. Kız kıza oynanır, eğlenilirdi, çengiler gelirdi. Ertesi günün gecesi kına yakılırdı, kızlar sabaha kadar kalırlar, sabah ezanından önce dümbekler çala çala baskına gidilirdi. Bizim adalılar namlıydı. Ertesi gün artık gelin alınırdı, kimi ağlar kimi sızlar. ‘A gelin a gelin kınan kutlu olsun, gittiğin yerlerde dilin tatlı olsun’ hep bunu söylerlerdi. Gelini herkes tebrikler, arabalar gelir, gelini kimse görmesin diye beş altı tane yatak çarşafı ile gelini sararlardı.
Mahallede komşuluk çok iyiydi. Ben o komşuları her gün arıyorum, kimse kalmadı artık. Komşuluk şimdi hiç yok, hepsi yabancı. O komşuluklarımızı unutamam, komşularımı her zaman rahmetlerim. Bizim mahalle sırf adalıydı. Bizim adalılar birbirine çok bağlı. Bizim mahalleye kimse laf söyleyemezdi. Efeler vardı. Adalılar eteği belindedir, namlıdır, onlar laf bilir, kimse sokulamaz onlara. Toplanırdık sabah kahvesi, ikindi çayı, hep muhabbet. Gece oldu mu hepimizin elinde birer dümbek vardı. Bizimkiler çok şohi. Adalılar çok şohidir, anlatacak gibi değil. Şohi yani eğlenceyi seven, oynamasını seven, muhabbeti seven, şen insan demek. Yalnız bizde kavga, gürültü, zırıltı, patırtı, yoktu. Yalnız mahallemiz çok güzeldi. Adalı Mahallesi dediler mi Kurtuluş Mahallesi bir taneydi. Hiç ayrılık yok, bu gece sendeler, yarın gece bendeler. Mahallede beş altı hane de Arnavut vardı, onlar kendiciklerinle biz kendi kendimizeydik.
Yalnız bizim adalıların yemekleri, temizlikleri, misafirperverlikleri çok meşhurdu. ‘Kız alacaksan adalı kızı al’ derlerdi. Muzaffer'e, ‘çok kaderlisin, adalıların bulaşık suyu bile içilir’ derlermiş.
Mahallede, evimizin tam karşısında fırın vardı. Fırını ablamın beyi, Halit Yurt işletiyordu. Sabahleyin öğleye kadar eniştem ekmek çıkarırdı. Mahalle hep mis gibi kokardı. Sonra o kahveye gider, ablam Raife geçerdi fırının başına. Eskiden evlerde fırın olmadığından mahalledekiler ne getirdiyse onu pişirirdi ablam. Kapaklı toprak tencerelerde güveçler, kurabiyeler, kekler, börekler pişerdi. Bayramlarda da sabaha kadar baklava pişerdi fırında. Adalılar baklava, Arnavutlar da kalburabastı yaparlardı bayramlarda. Arnavutların bi de kaymakla yaptıkları börekleri vardı, parmaklarını yersin. Arnavutların evlerinde inekleri dombeyleri (manda) vardı, biz hep taze süt alırdık onlardan.”
Ayşe Hanım mahallede bayramların, Ramazan aylarının ve Hıdrellez eğlencelerinin çok şenlikli geçtiğini anlatıyor: “Cevizleri atmak için yuvalar yapardık, o yuvalara dışardan cevizleri atardık, yuvaya kaç tane girdiyse sayardık, o kadar puan alırdık. Annelerimiz bir tepsi börek yapar, bi de kabuklu bakla koyarlardı yanına. Adalılar çiğ zeytinyağlı kabuklu baklayı çok sever. Ramazan ayında gene yüzük oynardık. Kaç kişiysek ikiye bölünür, bir tepsinin içine on tane, on beş tane fincan koyardık. Fincanın içindeki yüzüğü kim bulursa o kazanırdı. Kazanan o gece tepsiyi alır, o gece başka oyun oynanmazdı.
Ramazan ayı geldiğinde de Ramazan yufkası yaparlardı. Çok samimi komşular bir araya gelir, yufka pişirirlerdi. Bir gün sende, bir gün bende yufka yapılırdı. Herkesin ne kadar ihtiyacı varsa, o kadar alırdı. Sonra o yufkalar sahurda börek, gözleme olurdu.
Hıdrellez’de sabahleyin erken gün doğmadan kızlar toplanır bizim Kestel Köprü’nün oradaki çaya giderdik. Herkesin dileği neyse onu yapardı taşlarla. Evler yapardık, nişanlılık, evlilik yapardık. Bir boş yüzük getirir takardık parmağımıza. ‘Tez günde tez vakitte, araya bir düşman girmeden yuvamız olsun.’ derdik. Subaşında dualar okurduk, dileklerimizi dilerdik. Oradan gelirdik burada komşumuzun evinin önünde bir akasya ağacı vardı, oraya salıncak kurmuştu delikanlılar. Kızları sallarlardı. Orda artık kimin gönlünde kim varsa o onu sallardı. Beni Muzaffer sallardı. Hepimiz sallanırdık sonra herkes evine dağılırdı. En son da mantifar* çömleğini açardık. Avlulu evlerde evlilik çağına gelmiş kızlar, anneler, yeni yetişmiş kızlar toplanırdık. Düğünlerdeki gibi tahta kurarlardı avluya. O gün düğün gibi olurdu. Otururduk, önce bir çömleğin içine herkes bir eşyasını atardı, yüzüğünü, küpesini, bileziğini. Biri bir mani söylerdi: ‘Mantifarım mantifar, mantifarın adı var, bu mantifar kime çıkarsa, devlet gibi bahtı var.’ Sonra bir kız çocuğunun başına kırmızı yazma örterdik, kırmızı murat demek. Kız görmeden çömlekten çekerdi, kimin eşyasını çektiyse o mani onun niyeti olurdu. Başlarlardı gülmeye, şarkılar söylerlerdi kızlar. Artık kızlar da kız, hepimize Allah aşk vermiş. Herkesin gönlünde bir aslan var. Hemen kızlar manileri kâğıtlara yazar, sevdikleri oğlanlara gönderirlerdi. Sonra artık çömlek biter hepimiz birer kere oynarız dümbek elimizde. Gece de ateş yakarlardı, üstünden atlarlardı delikanlılar. Başka mahallelerden delikanlılar gelirdi, her mahallenin kızı var, her mahallenin oğlu var. Bizim burada ateş yanardı. Ben atlamazdım.
Bazen de Cavit Bey'in sinemasına giderdim. Bergama'da bir tane sinemaydı o zaman. Binde bir ama her zaman değil. Annem ‘hadi kırmayım bunları’, derdi. Annem çok evlatçıydı, götürürdü bizi, artık ne filmiydi bilmem. Herhalde okul filmlerinden, Atatürk filmlerindendi. Evlendikten sonra daha çok gittim sinemaya. Gündüzleri ablam, ablamın kızlarıyla giderdik. İsmail Dümbüllü'ye de gittik, gülüştük çok. Ayy çok gülünçlüydü.”
Mahalle dışındaki sosyal hayatı da renkli geçen Ayşe Hanım Bağlar Mevkii ve Makaron Çiftliği’ni de gülümseyerek anlatıyor: “Bağlar Mevkii’nde evimiz vardı, her şey içindeydi. Üç katlıydı, çok güzeldi. Bağlara okullar tatil oldu mu giderdik. Ayda bir kere babamla eniştem araba tutar denize giderdik Dikili’deki Makaron Çiftliği’ne. Annem, babam, biz sülalecek deniz insanıyız. Ailecek Midilliliyiz, denizde büyümüşüz. Giderdik oraya hısım akrabamızla, dıştan kimse gelmezdi. ‘Bu gece akşam olmasın’ derdik.”
Ayşe Hanım ilerleyen yaşlarında vaktinin çoğunu taraçasında kurduğu kendi dünyasında geçirdiğini anlatırken gül ve karanfil kokularını adeta hala duyumsuyor: “Ben yukarda taraçada iki yüz teneke çiçek yaptım. Leğenlere nane ekerdim, karpuz çekirdekleri teneke saksının içine düşmüş de sarkarmış aşağı karpuzlar, sokaktan geçen adamlar ‘Ülen, bu Muzaffer'in hanımı yukarı karpuz tarlası mı yapmış?’ derlermiş. Yukarısı sırf karanfil ve gül kokardı. On beş teneke ortancam, envai çeşit çiçeğim vardı. Her sene tenekeler çürüdüğünde Abdürrahim aşçılardan parayla teneke alırdı. Muzaffer Amıcan beş çuval koyun gübresi getirttirirdi. Onun üstüne otuz yedi tane de tavuk, üç tane de kümes yukarda. Hep onların başında, bir yerlere gitmezdim. Tüm hayatım yukarda geçti.”
* Ayşe Hilal Tuztaş’ın, Günümüzde Isparta’da Yaşayan Yörüklerin Siyasi ve Kültür Tarihleri başlığını taşıyan yüksek lisans tezinde ‘mantifar’ ya da ‘mantıvar’dan şöyle bahsedilmektedir:
(…) Y. Bademli'de Karakoyunlu Mehmet Demir, 50 sene önce kadınların aralarında yaptıkları dilek oyunundan söz etmiştir. Genç kızlar, “mantıvar bitkisi” (yayla çiçeği, mandifor çiçeği, sarı çiçek de denir. Latince adı; Helichrysum sp.) denen gurbetle ilgili, güzel bir çiçeği yakarlar. Orada bulunan bütün kızlar yüzüğünü, bileziğini, herhangi bir eşyasını, nesi varsa üstü kapalı bir suya atarlar.
Mantıvarım var olsun
İçi dolu nar olsun
Gelenler gelsin
Gelmeyenin iki gözü kör olsun (herkes gelsin anlamında)
Altın yüzüğüm var benim
Parmağıma da dar benim
Karşıda büyük evde
Hilal kaşlı yar benim
Bunun gibi deyişler söyledikten sonra sudan çıkan eşya kimin olursa o deyiş onun olurmuş. Tabi herkese de iyi manalı deyişler söylenmediği için kötü anlamlı deyişler çıkanlar da olurmuş.