pınar boztepe mutlu
bir mahallenin keşfi
Bergama benim için belli zaman aralıklarında geldiğim bir yerdi. Kent merkezinde yaşayan biri olarak çoğu zaman bir kaçış noktası ya da tarihi dolu dolu solumamı sağlayacak bir ödül mekânı gibiydi. Her defasında amaç zirvedeki akropol ören yerine ulaşmaktı. Ve oraya giden yollar giderek bir mirası yaşatan damarlar gibi yerleşti aklıma.
Bu kez deneyimin vurucu noktası, tekinsiz bir zaman diliminde yaşadığımızı hissettiren pandemi süreci sebebiyle uzun süren bir izolasyon sonrası ilk seyahatimi gerçekleştiriyor olmaktı. Kendimi sokaklara bıraktıktan bir süre sonra aklımdan çıkıveren bu karmaşık haller, kendini öncekilere benzer bir sürece bıraktı. Süreç her seferinde olduğu gibi yürümek, durmak, görmek, soluklanmak, yine görmek ve bütün bunların tekrarlarıyla derin düşüncelere kapılar açmak şeklinde ilerledi.
Kale Mahallesi’ne Abacıhan ve civarı sokaklarla giriş yaptım. Kavurucu sıcakların başladığı bir zamanda, Ağustos ayındaydık. Bu yüzden sokaklar oldukça tenhaydı. Sokakta var olan sesler de avlulardan kısık kısık gelen konuşmalardan ve azıcık esintiyle hışırdayan yapraklardan geliyordu. Öğlen vaktinin binalara düşen sert gölgelerini takip etmeye başladım. Son Bergama ziyaretimin üzerinden bir yıl, Kale Mahallesi’nde böylesi bir sürüklenmenin üzerinden ise yedi yıl geçmişti. O sıralar belleğimde yer etmiş birkaç evle yeniden karşılaştığımda bu defa pencerelerine, duvarlarına, teraslarına çok daha detaylı baktım. Geçmişteki ‘Ben’’in benzerliklerini ya da farklılıklarını arıyordum o an. Rebecca Solnit ‘Yakındaki Uzak’ adlı kitabında “Yeterince geriye doğru iz sürerseniz, hayatınızdaki o an ender rastlanan bir tür haline gelir...” diye belirtir. Gerçekten de deneyimlediğim şey tesadüf olmaktan çıkıp parçaların birleştiği ya da tamamlanmaya yüz tuttuğu bir an gibiydi.
Soluklanma bitti ve devam ettim. Gölgeleri takip etmeyi sürdürürken hiç de aşina gelmeyen sokaklara doğru adımlarımı yönelttim. Gözüme çarpan, evlerin önünde ve kenarlarında pek çok kez karşılaştığım, bir yerlere yerleşmeyi bekleyen, bir şekilde destek ve güç veren ya da tamamen şans eseri orada olan taşlar oldu. Taşların şeyleri tamamlayan doğası, bana yaşamın tüm kırılganlığına rağmen ayakta durabilmeyi ve aşabilmeyi düşündürdü. Kale Mahallesi’nin hafızamda kalan küçük detayları, aklımda o taşlarla örülmüş bir küçük duvar hatta bir kulübe yapmamı sağlıyor gibiydi. Yedi yıl önceki ziyaretimde mahallede çektiğim fotoğraflarımın negatiflerine baktığımda yine benzer taş yığınlarını fotoğrafladığımı gördüm. Bu karşılama bana, saklama ve muhafaza etme gibi bir dürtünün izinde olduğumu hissettirdi.
Sokaklarda yürümeye devam ederken günün bu aşırı sessizliği bir süre sonra rahatsızlık hissi vermeye başladı. Sesleri duymak için ayrıca bir çaba gösterme eğilimine girdim. Ve bitkilerin nadir de olsa esen hafif bir rüzgarla çıkardığı seslere yoğunlaştım. Bir anda başka bir tür yolculuğa adım attığımı hissettim. Zihnimde kat ettiğim bu yolculuk beni doğaya götürüyordu. Bir yandan mahalle ile yeniden ve yeni bir bakışla tanışma halini yaşarken diğer yandan aynı florayı tarih boyunca deneyimleyenleri düşünüyordum. Sokaklara, evlerin dış kapılarına ahenkle sarınan akşamsefaları, begonviller ya da kahkaha çiçekleri güneşin en coşkun hallerinin keyfini çıkarıyorlar gibiydi. Bildiğim şey, bu rengârenk güzellikler, çiçekler, bitkinin kışın yaşadığı bütün zorlu koşullarla verdiği mücadelenin mutlu sonla bitmiş haliydi. Çiçekler, bitkinin yalnızca bir parçası ve yolculuğunun en aşkın durağıydı. Bitki dünyası her şeyden önce hayatta kalma başarısını en istekli haliyle kutluyor. Hayatta kalma, güzelliğini her şeye rağmen muhafaza etme, galip gelme, yayılma halleri hep başlıca amaçlarıydı. Varlığı her daim dengeleyen doğanın seyri benim sese olan ihtiyacımı en nazik haliyle gidermişti.
Günün sonuna doğru girdiğim sokaklara tekrar girdiğimi fark ettim. Işık değişmiş, takip ettiğim gölgeler başka yerlerde başka biçimde formlar oluşturmuştu. Zamanın biricikliği, ışığın tıpkı doğa gibi her şeyi yeniden yaratması bana, gelip geçiciliği düşündürdü. Zaman gelip geçiyor ama yedi yıl önceki ben gibi hayat, tekrarları ince ince örüp başka bir bütün oluşturuyor.
"Aslında kapı hep açık” der Proust; geçmiş gündelik şeylerin içinde kilitli kalmış ve çıkarılmayı bekliyor. Yürümenin belleğimizdeki izleri açığa çıkaran kışkırtıcı doğası, beni geçmişte kilitli kalmış fotoğraflarımın negatiflerine yönlendirerek zihnimi uyarmış ve şimdiki yürüyüş deneyimimle birlikte bir bütünün parçasıymış gibi tekrarları oluşturmuştu. Ve farkında olmadan mahallenin inceliklerine yoğunlaşmak için geçmişin parolalarından faydalanmıştım.
Ağustos 2020, Bergama